6.11.2009

Rüya içinde Rüya / A dream within a dream

Sen buna giriş de, ben başka bişey...

Hiç birisi için kalkıp yüzlerce kilometre yol gittiğiniz oldu mu? Bir dost, bir sevgili, bir arkadaş, akraba ya da ne bileyim herhangi biri. Ah, işte ben. Nerden başlasam, nasıl anlatsam...

2 ay öncesine kadar, dredg'in sadece canlı performansını internetteki görüntülerden takip eden alçakgönüllü bir dredgsever iken, gecenin bir yarısı kendimi Köln'ün hiç bilmediğim sokaklarında buldum. Elimdeki adres hiçbir şey ifade etmiyor, sadece yol tarifiyle çıkarmaya çalıştığım yollarla dolu sokaklar. Uçaktan indikten sonra trenle Köln'ün merkezine gittim, oradan da kalacağım yere gitmek için tekrar trene bindim. Kayboluş hikayem de burada başlıyor aslında. Girmediğim ara sokak, bakmadığım ev kalmadı. Sonunda bir Türk buldum ve bana yaptığı tarif sonucu otobüse atladım. 4. durakta indim. Gecenin 5'i olmasına rağmen etrafta fotoğraf çekmeyi ihmal etmedim. Alabildiğine düzenli yollar. İçimde, daha önce yüzlerce gelmişim gibi bir hisle kapı numarasını arıyorum. Ve Anna, yanında kalacağım kız açıyor kapıyı. O uykulu şiş gözlerle bana bakarken ben sevinçten boynuna atlayıp sarılıyorum. dredg'i canlı izleme zevkine bir adım daha yaklaştığımı anlıyorum.


Esas kişi ve kişilikler

Almanya'ya ilgili izlenimlerimi daha detaylı anlatmak isterim, ancak beni Almanya'ya götüren o güzel gruba ve yaşattığı dakikalara dönelim. Konser alanına yine güç bela, kaybolmadan ulaşıyorum. Çok kalabalık değil henüz, saat 6. Kapı açılışı 7. Derken soundcheck'in sesi duyuluyor. Mourning This Morning'çalıyorlar, her geçen dakika daha da yakınlaştığını hissediyorum zamanın ve sakinleşmek için kiosk'lardan birinde bi bira alıp rahatlamaya çalışıyorum. Önce dredg'in arkadaşları Judgement Day çıkıyor sahneye. Çello, keman ve bateri üçlüsünden oluşan bu grup kimi zaman Apocalyptica'ya benzetilse de bence kendilerine has bir tarzı var. Sadece bir video görüntüleri var elimde konserden, şuradan izleyebilirsiniz. Sahne performansları çok sağlam, özellikle biz Türkler keman denildiğinde biraz gevşiyor muyuz ne? Onların ardından The Parlor Mob isimli bir grup çıkıyor. 3 gündür uyku nedir bilmediğimden kelli biraz dışarı çıkıp oturuyorum. Yanımda dredg'in sitesinden tanıştığım Almanlar var. Geyik, sohbet gırla gidiyor. Ben bir yandan konseri düşünüyorum, bir yandan da şöyle şeyler geçiyor zihnimden: Kim bilir onlar dredg'i kaç kere izleme fırsatına eriştiler? dredg'i ilk kez izledikleri günü hatırlıyorlar mıdır? Ah şurada yanımda benimle birlikte birkaç Türk dredg dinleyicisi de olsaydı ya! Türk var mıdır ki şimdi konser alanında? Bunları düşünürken zamanın nasıl geçtiğini anlaamadım ve hep birlike içeri girdik. Seyirciyle grubun iç içe olabileceği küçük ve samimi bir konser alanı. Sağ girişinde dredg tişörtleri ve The Pariah, The Parrot, The Delusion albümlerinin bulunduğu bir stand, onun yanında da içki satışının gerçekleştiği bir bar var. Bardan bir içki daha kapıp önlere doğru yerimizi aldık.

Ve dredg sonunda sahnede... Judgement Day ile birlikte yerlerini alıyorlar. Açılışı Pariah ile yapıyorlar. Enstrumanlarına odaklanmış hepsi, büyük bir özenle ve tutkuyla çaldıkları hemen anlaşılıyor. Ses sistemi kusursuz işliyor. Onları sahnede izlemenin verdiği mutluluk tarif edilemez. Drunk Slide'ı çalıyorlar Pariah'ın ardından, bu iki şarkıyı art arda kaydedebildim elimden geldiği kadarıyla. Ireland ve Pessimistic'ten sonra benim albümde ilk dikkatimi çekenlerden biri Light Switch ile devam ettiler. Bu şarkıyı da en başından sonuna kadar kaydedebilmeyi başardım. Bunların yanında, özellikle üstünde durmak istediğim bir nokta Dino ile ilgili. Kaç müzisyende yakaladım bu hissi bilmiyorum, ama başlı başına Dino'yu ateşli bir şekilde bateri çalarken izlemek etkileyici bir deneyimdi. Gavin'ın çok güzel, çok içten bir sesi var. Son albümdeki şarkıları baştan sona kadar çaldılar, performansları tek kelimeyle mükemmeldi, tempoyu hiç düşürmediler. Ancak söylemem gerekir ki, bu kadar ruhsuz bir seyirciyle daha önce hiçbir konserde yan yana gelmemiştim. Grubu önceleri onlarca kere izlediklerinden midir bilemiyorum; ama Türk seyircisiyle kıyasladığımda Alman seyircisi bayıktı. Ben ne zaman zıplıyoruz diye etrafa bakınırken, onlar sağa sola zoraki sallanıyordu. Haklarını yememem gerek, ruhsuz da olsalar her şarkıya baştan sona eşlik ettiler. Son albümün dışında Ode to the Sun, Bug Eyes, Same Ol' Road, Eighteen People Living in the Harmony, Triangle, Drum Take Down ve Sang Real'ı sırasıyla çaldılar. Özellikle Ode to the Sun ve Bug Eyes'da seyirci hayat belirtisi göstermeye başladı. Kayıttayken elimdeki kamerayı bırakıp eşlik ettim ben de.



Son birkaç şey...

Hiç tanımadığım bir ülkede, hiç tanımadığım insanların arasında olduğumu bana unutturdukları için,

O içten, sıcak ve huzurlu müzikleri için,

Hayatımda yaşayabileceğim en güzel deneyimi bana yaşattıkları için,

Beklediğim o güzel 7 yıl için,

Yalnızken yanımda oldukları için,

İyi ki varsın dredg...


"Kaybolmak" umrumda bile değil(di) artık.

Sonuçtan da öte

Paranıza kıyın gidin izleyin dredg'i, bu insanlar artık farklı, coşkulu bir seyirci profili görsün. Hem onlar bunu hak ediyor, hem de siz buna değdiğini görüyorsunuz...

Konserle ilgili birkaç not daha:
1.Konser başlamadan önce grupla yapılan röportaj: http://www.livedome.com/interviews.php

2.Bu konser canlı olarak netten izlenildi ve 20 euro gibi bir fiyata DVD olarak satışı gerçekleşecek.

Ayrıca, ilkbaharda grup büyük bir ihtimalle Almanya'ya tekrar gelecek. Oldu ki bu yazıyı okuyan ve gelmek için can atan dredg dinleyicisi, hemen bana ulaşarak konsere birlikte gitme durumunu birlikte konuşabiliriz; keza ben aksilik çıkmadığı sürece gitmeyi şimdiden planlıyorum.

Bu grubu Türkiye'de görmek istiyorsak bunu gruba söylemenin yanında organizasyonlara yığınla mail atın, istekte bulunun, onları çıldırtın, çileden çıkarın.
Sevgiler, saygılar

24.10.2009

Salman Rushdie'nin Şeytan Ayetleri Basılamaz mı?

Salman Rushdie'yi tanımayan yoktur herhalde. Çok normal, adı ölüm listelerinde yer aldı, ülkemizde de çok eleştirildi, yerden yere vuruldu. Ne ki, Can Yayınları ve Metis Yayınları, yazarın yeni kitaplarını basmaya devam ediyorlar. En son okuyucuyla "Floransa Büyücüsü" isimli kitabı buluştu.
Tüm bunların arasında, orjinal adıyla "The Satanic Verses" ya da bizce bilinen şekliyle "Şeytan Ayetleri" üzerinde durmak istiyorum bugün. Kitaba dair bir eleştiri değil bu okuyacağınız yazı, zira kitabı okumadım, okuyamadım. İngilizce'sinin ağır olduğu söyleniyor, aslına bakarsanız burada İngilizce basımını bile bulmak zor. Türkçe'si ise hiç olmadı, yanlış anımsamıyor ve yanlış bilmiyorsam Aziz Nesin'in bu konudaki çabaları engellenmiş. Kısacası yıllardır okumadığımız bir kitap üzerinden dönüyor bunca tartışma.
Yazarın her kitabı çıktığında, Şeytan Ayetleri'nin hatırlatılması bir gelenek haline geldi neredeyse. Kitabın konusu genel olarak Kur'an'da şeytanın da yazdığı ayetlerin olduğu tezi üzerine kurulu. İran'dan "katli vacip" fetvası çıkmıştı bu kitapla ilgili olarak Rushdie hakkında. Büyük "demokratikleşme" olaylarından, ifade özgürlüğünden falan söz ediyoruz ya, bu kitabı hala okumadan tartışıyor olmamız bizim ayıbımız bana göre ve yukarıdakilerin küçük bir anti-tezi, daha bir sürü örnek bulabilmek de mümkün üstelik...
Ülkede başka ayıp kalmadı mı diyeceksiniz, çok da haklısınız, ama madem büyük özgürlüklerin olduğu bir ülkedeyiz, bu kitabın çıkması için engel olan ne? TCK'nin, "manevi duygulara hakaret" düzenlemesini içeren maddesi mi?
Yayıncılar da hiç haksız değiller aslında, biz bir arkadaşımla bireysel olarak Can Yayınları'na bir mesaj bıraktık bu konuda, "neden hala çıkmıyor bu kitap" diye. Cevap gelmedi, beklemiyordum zaten. Zira önümüzde, çok yakın bir zamanda gündeme oturmuş bir utanç davası var. Nedim Gürsel'e, yazdığı "Allah'ın Kızları" isimli kitap yüzünden açılan bir dava bu. Her ne kadar buradan yazar ve yayıncısı ceza almamış olsa da, bundan daha ağır bir kitap olduğunu düşündüğüm Şeytan Ayetleri'ne dava açılacağı muhakkak ve ceza almayacağını kimse garanti edemez. Öte yandan konu "din" olduğunda Türkiye'nin hoşgörü karnesinin de "pekiyi" dereceleriyle dolu olduğu söylenemez. Çok uzaklaşmadan yine, yayın olarak baktığımızda, Tanrı Yanılgısı isimli bir kitap yazmış olan Richard Dawkins'in internet sitesinin kapatıldığını, başörtüsü hakkında "Sümer'de tapınak fahişeleri takardı" şeklinde bir ifadeyi kitabına taşıyan Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ'ın ise yargılandığını görüyoruz.
Kaldı ki, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın "bu kitap okunmamalı" şeklinde bir cevap vermeye cesaret edebildiği bir ülkede yaşıyoruz. Kendi görüşümüze uymayan her türlü yayını okumaktan uzağız, düşüncelerimizin bu kadar çabuk değişebileceğini mi sanıyoruz, o kadar kolay etkilenen insanlar mıyız? Okumaktan niye korkuyoruz?
Tartışmaların sağlıklı bir yoldan yürüyebilmesi için, o tartışmaya konu olan durum hakkında bir fikrimiz olması gerekmiyor mu? Allah'ın Kızları hakkında açılan davaya karşı olmak için buna gerek yok, çünkü o doğrudan düşünce özgürlüğü ile alakalı, ama kitabı eleştirmek için kitabı okumak lazım. Bizim-sizin adınıza Diyanet İşleri Başkanlığı okumamalı kitabı, siz kendiniz okumalı ve sonra eleştirmelisiniz. "Kitapta böyle böyle yazıyormuş, kafir işte, asın bu adamı..." tamamen sağlıksız bir düşüncenin ürünü olur aksi takdirde. -miş'ler, -muş'lar üzerinden değil, -di'ler, -dı'lar üzerinden tartışmak en sağlıklısı.
Dolayısıyla, kitabı her çıktığında, ya da adı her geçtiğinde Şeytan Ayetleri üzerinden Rushdie'ye saldırmak da aynı hastalıklı durumun belirtisi bence. Öncelikle kitap dilimize çevrilmeli, önyargılarımızdan kurtulup okumalıyız ve sonra tartışmalıyız. Bu prensip her seferinde uygulansa, şu anda çok daha sorunsuz bir toplum olabilirdik belki de, evet, garantisi yok, ama şu andaki şekilde de sorunlarımızdan kurtulabildiğimiz söylenemez.
Şeytan Ayetleri'nin Türkçe'ye çevrilip, basılması belki çok küçücük bir adım olur bununla ilgili, ama en azından bir adım olur. Can ya da Metis yayınları bu işi yapabilmeli, Türkiye de bu kitabı okuyarak tartışabilmeli. Okumadan tartışarak hiçbir yere varamayız çünkü.

19.10.2009

Seçmece I

" 'İnsanların büyük çoğunluğu yüzmeyi öğrenmeden yüzmek istemez.' Ne anlamlı bir söz, değil mi? Yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için yaratılmışlar, suda değil. Ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil! Evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir böyle biri ve bir gün gelir suda boğulur."

Hermann Hesse, Bozkırkurdu

26.07.2009

Bir Ortak Noktası Var Bu Yazının...

İnsanı sadece insan olduğu için sevmek gerektiğine inanırım ben. İnsan olduğu için tokalaşırım, günaydın derim, oturur sohbet ederim. Sorgulamam nereden geldiklerini, geleneklerini, aksanlarını, renklerini, özürlerini. Ta ki körü körüne inandıkları dogmalarla yüzleşene, eyleme geçen cehaletlerini görene kadar.

Bir noktadan sonra cehalete atmaya başlıyoruz tüm suçu aslında, bu işimize geliyor. Kestirip atmanın en kolay yolu. Kafamızı kaldırıp baktığımızda cehaletin de ötesinde göz ardı ettiğimiz katliamların nasıl sonuçlandığını görmekten çok, sonuçların nedenine inmek içten bile değil. Şu anda aklıma gelenleri yazmak istiyorum, nedenlerine bir türlü inemediğimiz katliamların birkaçını.

Bir nevi “global village” diye adlandırabileceğimiz o kültürel köyün göbeğinde, ülkenizden olmayan bir yabancı öldürülüyor göz göre göre. Neden? “Cahil ülkeyiz yahu biz..” Cehaletin nedenini araştıran yok. Suçu katilden başka üstlenen yok. Dış basında şöyle yer alıyor buna benzer olaylar genelde: “Katliam...” Sosyal imkanlarının yetersizliğinden dolayı 1 TL uğruna o yabancıyı öldüren adamın geçmişini, geleceğini sosyal devlet ülkesinde sorgulamamak da bir katliamdır bana kalırsa.

Dünyanın en refah ve zengin ülkeleri sıralamasında ilk yirmide yer alan Kanada her yıl aynı dönemde av katliamına sahne oluyor, seyirci kalıyor. Hatta bunu yasal hale getirmiş. Kazanç sağlamak için böyle bir olaya gereksinimi olmamasının yanında korunmasız bir canlının hayatından söz ediyoruz. Şartların eşit olmadığı bir dünyada belden aşağı vurmak katliamdır... Sadece av döneminde toplaşıyor insanlar, protesto için. Fokların ölümlerini protesto etmek için sadece av dönemini beklemek, katliamdır...

Doğruluğuna kesinlikle inandığımız, aklın ve mantığın eşiği dediğimiz bilim var mesela. Sonsuzdur, gerçektir bilim. Gün oluyor, Türkiye’de bilimin gözbebeği Tübitak’ın çıkardığı Bilim ve Teknik Dergisi’nin Darwin’li kapağına sansür konuyor. Bilimin gerçeklerini, evrensel bilgiyi sansürlemek, katliamdır.

İnsanların şimdilerde bilgiye en kısa yoldan ulaşabildiği, en hızlı ulaşım ağı olan internete yasaklar koymak katliamdır.

Sırf prosedüre uygun olsun diye hastayı ölümüne terk etmek katliamdır.

Sivas’ta 37 masum insanı utanç verici bir şekilde öldürmek, onların öldürülmelerine göz yummak katliamdır.

Failleri meçhullaştırmak katliamdır...

İnsanın doğaya hükmetme çabası karşısında doğa tutunamıyor artık, nefes alış verişlerinin son devresine adımını atıyor. İnsan insana hükmetme içgüdüsüyle baş edemiyor, onu cezalandırıyor. Onu yaşama hakkından alıkoyuyor. Onu kör ediyor, öldürüyor. Yaşam giderek daha dar bir alan oluyor bize, paslaşabilmemiz için.

Bilmiyorum bu söyleyeceğimin ne kadar duyulacağını; ama yine de söylemek istiyorum:

Ey katliamseverler, sizi bir dakikalığına insanlığınızdan utanmaya davet ediyorum...

Elif

25.07.2009

Bir Fok, Bir Yunus, Bir Penguen, Birkaç da İnsan

"Av mevsimi düzen ve sükunet içinde tamamlandı."
Bu cümle Kanada Hükümeti tarafından Mart ayında duyurulmuş ve maalesef şaka yapmıyorlar. Foklar büyük bir düzen ve büyük bir sükunetle öldürülmüş. Bu sükunetin içine soğukkanlılık ve hatta zevk bile giriyor olabilir.
Yavru fokların derileri daha bile değerliymiş bazen, deriniz davul olsun da üzerinde patlatsınlar sopalarını. Bir yavru foku katlederken -ve tabii düzen ile sükunetle- hiçbir acı duymayan, vicdanı sızlamayan bir insan düşünemiyorum, bu yüzden insan olarak tanımlayamıyorum o iki ayaklı yaratıkları. Gerçi nesine şaşırıyorsam, katliamlar dizi dizi, katliam mı arıyoruz?
İnsan hiçbir zaman diğer canlıların yaşam alanına saygı göstermedi, uygar olduğuna inanmıyorum insanların ben. Denizleri doldurdular, suda yaşayan canlıların yaşam alanından çaldılar. Ormanları yok edip yerlerine kendilerine özel yaşam alanları oluşturdular, oradaki canlıların yaşam alanlarını çaldılar. Bir orman yangınından kaçan geyiğin acısını tahmin edebiliyorum ve bir de kaçamayan kaplumbağanın. Her şey masallardaki gibi olmuyor işte, yangın tavşan değil, kaplumbağa da masaldaki kaplumbağa değil.
Fok Badem vardı, Ege sahillerini dolaşıyordu. Yaralanmıştı, bir insan ona bakmıştı sanırım, iyileştirmiş, sonra denize salmıştı, ama gitmemişti Badem. Tüm insanları iyi bellemişti, ne kadar yanılmıştı halbuki. Yazık, fesat karıştırmıyor işin içine hiç. Gördüğü insanlarla oynamaya çalışmıştı, bildiği oyunların hepsi su altında olduğundan gördüğü insanı su altına çekmeye çalışıyordu, bir adam bağırıp çağırmıştı parmağını sallaya sallaya... (Parmak sallaya sallaya tehditler savurabilirsiniz.) "Ben öldürürüm Badem'i, kimse de bir şey diyemez!"
Kanunlar Badem'i korumuyordu, haklı. Kanunlar o adamı koruyor, Badem'i de o kanunlar tarafından korunanlar korur belki deseniz bile düzen öyle işlemiyor.
Bir yunus vurmuştu plaja, delik deşik edilmiş, parçalanmış, ağlara takılıyormuş çünkü, ağlarını yırtıyormuş. Bu yüzden öldürülmeyi hak ediyorlar. Bir yüzlerine baksalar, vazgeçmezler mi acaba o yunusları öldürmekten? Yunusun o usul usul gülümseyen yüzüne baksalar...
Eve gittiklerinde, aynaya baktıklarında ne görüyorlar çok merak ediyorum. Vicdan azabı çekmiyorlar mı acaba? Zevk için canlı öldürmek ne tür bir faaliyet?
Üzerinizde duracak bir deri için fok öldürmek ne tür? Elbiseler üzerinizde paralansın desem çok mu acımasız davranırım, sanmıyorum.
Zülfü Livaneli'nin "Son Ada" isimli romanında ibretlik bir cümle vardı: "Kumsallar insanoğluna açılmalı, bu martılar acilen yok edilmeli..."
Martıları yok etmeye çalıştılar sonra, olmadı, başka başka dertler geldi başlarına ve martıları kızdırdılar. Martılar yok etti onları, martılar kazandı.
Geçtiğimiz aylarda bir haber vardı gazetede, "Fok balığı penguene tecavüze yeltendi, bu bir memelinin, başka bir tür memeliye ilk saldırısı olarak belirlendi..."
Tepeden tırnağa yanlış. İnsanın eşeğe, tavuğa ve hatta atlara bile bu tür girişimleri oldu ve daha vahimi insan bunu yaparken ne yaptığının farkında...
Son olarak bu kez gerçekten sonuçlarının sanıyorum ki farkında olmadığımızdan(ya da olmadığımıza inanmak istiyorum), suyu tüketiyoruz, bununla ilgili eski bir kızılderili hikayesi şöyleymiş;
"Su alçaldığında karıncalar gidip balıkları yerler, fakat o esnada sular yükseldiğinde balıklar karıncaları yer, yani kimin kimi yiyeceğine su karar verir."
İnsanın da kimi katledebileceğine sular karar verecek ve bir gün su bittiğinde, birileri insanı yiyecek belki de.
Tabii tüm bunları bir tarafa bırakmaya içim el vermez, o yüzden aklımın bir köşesinde saklı tutarak insanın insana yaptığı katliamları da hatırlatmak istiyorum.
Böyle bir katliamla, insanlıktan çıkmış bir kalabalığın kaldıkları oteli ateşe vermesi sonucu yanan, yanarak ölen Metin Altıok'un bir dizesini yazıp bitiriyorum yazıyı...
"Acı düştü peşime..."

Cihan

12.07.2009

25 haziran..

konser öncesi karşılaştık tanıştık ve öpüştük.
konser sırasında bakıştık şarkı söyledik.
konser sonrası o öldü,ben yaşıyorum.
ve böylece 4 yıl daha geçti.

28.05.2009

'Kafiye Olsun' Diye Değil..


Annem ve babam çalıştıkları için her sabah doğası gereği erken kalkmak zorundalar; işe gitmek mecburen. Ben kreş dönemimdeyim. Akşam geri alınmak koşuluyla sabah bırakılıyorum göçebe hayatıma; erken kalkmak mecburen. Kendimize daha önce hiçbir sözü, radyodan duyulan o sözler kadar yakıştırmamıştım.

7-8 yaşlarındayım. Her kanalda aşk şarkıları çalıyor, mutlu hikayeler, özlemler, ihtiraslar, çılgın, itiraflı sözler... Yanlış anlaşılmasın, aşkla aşık attığım yok; yalnız o dönemde böyle bir güruh yer edinmiş kafama. Derken yıllar önce radyoda duyduğum o sesler şimdi karşımda tınlıyor, televizyonda. Bu sefer mazeretleri var, asabiler. Suç sebep arıyorlar. Hepsinin suratı bir karış asık. Hoşuma gidiyor bu halleri. Melodiyi unutmamaya, sözlerini ve yüzlerini ezberlemeye çalışıyorum, diğer karşılaşmamızda onları nasıl göreceğimi merak ediyorum.

MFÖ ile tanışmam bu şekilde oldu benim. O gün televizyonda bıraktığım gibiler hala. Yıllardır kendilerine bu denli saygı duyduğum, müziklerini içtenlikle sevdiğim grubu geçenlerde İstanbul Üniversitesi Avcılar Yerleşkesi’nde canlı dinleme fırsatı yakaladım.

Çimlere uzanmış sahneye çıkmalarını bekliyorum. Sahnenin yan tarafındayım, yanımda arkadaşlarım var. Daha önce hiçbir konserde bu kadar kalabalık görmemiştim sahne alanını. Uğultuların arasından alkış sesleri kopuyor. Üç geçimsiz adam ben yirmi iki yaşındayken karşıma çıkıyor bu sefer. “Ele Güne Karşı” ile yapıyorlar açılışı. Herkeste bir “Asena” havası seziliyor, ben de durmuyorum yerimde. Sonra “Mecburen” diyorlar, gözlerim parlıyor. “Ali Desidero”da herkes “ınının” demek için son ses ayakta. “Sakın Gelme!” diyor üçü birden, bana yıllar önce birini hatırlatıyor, gülüp geçiyorum. “Deniz masmavidir ne güzel, ama insanlar görmez bazen” diyor Fuat. Hep yalnızlık yavrum, yalnızlık ömür boyu, diyor Mazhar diğer taraftan, mikrofonu eline alarak. Aslında fazla konuşmuyorlar sahnede. Şarkılara geçişlerde seyirciyle küçük diyaloglar kuruyor Mazhar; fakat sesi bizim tarafa çok gelmediği için pek anlaşılmıyor ne dediği. Sahneye oldukça ters alanda kalsak da bizi ve bizim taraftaki dinleyicilerini ihmal etmiyorlar. Akıl sır erdiremiyorum onların geçimsiz olduklarına.

Ama en çok Özkan’ın Sude ve Olduramadım’daki performansını mutlulukla izledim. Dansı, bas gitarı, ritmi, temposu, şarkıyı seslendirişiyle tam anlamıyla beni kendimden geçirmeyi başardı. Benim için vazgeçilmez bir unsur sahnedeki müzisyenlerin yaptıkları işten kendilerinin de keyif alması ve bunu dinleyiciye yansıtması. Sahneye çıkıp onlara eşlik edesim gelse de bulunduğum yerde çok eğlendim. Daha sonra Mazhar aldı mikrofonu eline tekrar; özleye özleye kavuştuk birbirimize, görünen o ki gözyaşlarımız bitmemiş hala... Söz Fuat’dayken vurgun yediğimizi anladık, uykularımızı boşa böldüğümüzü. Bir ara piskopata bağlamadık değil; tüm seyirci hep bir ağızdan eşlik etti.

Sayamadığım birçok şarkıdan sonra vedalaşmak üzere sahneden ayrılmak üzerelerdi ki, seyircinin coşkusuyla üç güzel şarkıyla daha bise çıktılar. Güllerin İçinden, Bu Sabah Yağmur Var İstanbul’da ve tekrar Ele Güne Karşı. Beklentilerimin çok daha üstünde geçmiş bir konser ile yıllarından ödün vermeyen bir MFÖ, Avcılar'daki son senemde benim için en güzel hediyeyi verdikleri için teşekkürü borç bilirim kendilerine. Harbiye'de olası bir konseri sabırsızlıkla beklemekteyiz...

20.05.2009

"Ben Anlamam Toptan Tüfekten..."


On birinci Sezen Aksu konserimdi bu benim. 4 yıla yayılan bir zamanda... Ankara'da ise Sezen'i 5. izleyişimdi. Daha önceki konserlerde seyircinin durumunu bildiğimden çok fazla bir beklentiyle gitmedim konsere. Ankara seyircisi alkışlamayı bile bir lütuf bilir genelde, coşkudan eser yoktur, protokolun o iç sıkıcı durumu yansımıştır sanki salona. Bu durum ilk gittiğim konserde göz önündeydi, daha sonra bir alışveriş merkezi açılışında izledim, sonra bir açıkhavada (ki açık ara unutulması gereken bir konser oldu o, bir ara Sezen şarkıyı kesip kavgayı ayırmaya çalışıyordu...). Biri TOBB Üniversitesi şenliğiydi(en güzeli). İki tanesi ise bu Cuma izlediğim salondaydı.
Beklentisiz gittim ama, beklentilerle gitseydim de böyle bir şeyler beklerdim herhalde. Seyirci Sezen'in arka planda kalmış şarkılarına eşlik edecek kadar iyiydi. Coşkuluydu.
Orkestra aslında salonu önceden ısıttı ve sonra Sezen geldi sahneye. "Memleketime çoktan bahar gelmiştir..." diye başladı. Son albümü Deniz Yıldızı'ndan Kutlama isimli şarkısıyla. "Seninle baharı kutlamaya geliyorum..." diye bitirdi şarkıyı.
Sonra bu ülkede değeri bir türlü bilinememiş Düğün ve Cenaze albümünden Hıdrellez'i söyledi. "Ey benim şans yıldızım gülümse bana..." diyerek. Şehrazat demiş ki Sezen'e, "arkadaşım, git o boruları evinde üfle, sinir var bende..." Fakat Sezen seviyor bu albümü, bir şarkı daha söylüyor o yüzden, Kasım Yağmurları. "Çalmıyor artık kapımı tanıdık yüzler, kırlangıçlar gitti bitmiyor güzler..."
Azıcık hareketlendirmek lazım, fakat önce bir açıklama yapıyor. "Bu şarkıyla, sıradaki şarkının hiçbir alakası yok. Ne yapıyım yani, bir şarkı gelince içime aman bu benim tarzım değil diyip çöpe mi atıyım..." Aşktan N'aber çalıyor sonra, hep bir ağızdan söylüyor bütün salon.
Artık kısa bir hit'ler duru yapma zamanı. Gidiyorum'un melodisi girince gecenin giriş melodisiyle alkış alan ilk şarkısı oluyor. Son kısımda Sezen bağırırken "bütün aşklar yüreğimde..." diyeceğine, "kokun hala..." diye başlıyor nakarata ve sonra kalıyor öyle. Bir açıklama yapma ihtiyacı hissediyor şarkıdan sonra. "Şarkıyı yazdığım döneme gittim, her hafta Londra'ya taşınmaya karar veriyordum, Onno da her hafta beni sonuna kadar bırakmaya karar veriyordu ama olmuyordu tabii. Citroen gibi popomu aşağı indiriveriyordum hemen, trafik polisi şarkıları hep o dönem çıktı, git git git, geri dön geri dön, ben gidiyorum..."
Yine Onno'ya yazdığını beyan ettiği bir şarkıya giriyor sonra, (ki bu şarkıyı Samet çok sever...) Unut. Unut da bitince sıra Sarışın'a geliyor. Salonu hareketlendirip vokalisti Nurcan Eren'i çağırıyor yanına.
"Nurcan'ın söyleyeceği şarkı" diyor, "Ümit Yaşar Oğuzcan'ın çok sevdiğim bir şiiri, ki benim de çok sevdiğim bir şarkım, Namus. Babam der ki, insan en çok kendisinde olmayandan bahsedermiş, Türkiye'nin gündemi o kadar müsait ki ama. Nurcan azıcık Namus'tan bahset bize, bir lafı dolansın aramızda ya..."
Nurcan hakkıyla söylüyor Namus'u, "utançtan yüzüme bakmadı namus..." diye. Yeni albümün habercisi şarkılar Nurcan'dan sonra başlıyor, oldukça değişmiş bir giriş müziğiyle geliyor Sezen, Uslanmadım'a başlıyor. Çok güzel olmuş yeni haliyle, Aykut Gürel'in elinden çıkma düzenlemeyle. Sonra İzmir Yanıyor'un giriş melodisi duyuluyor salonda. Sezen diyor ki, "bu şarkıyı bilen var mı?" Tatmin edebilecek düzeyde bir alkış geliyor, Sezen şaşırıyor. "Ferhat bu şarkı için beni çok cırmaladı, diyorum bu hit olabilecek bir şarkı değil niye taktın o kadar. Ferhat Göçer köprünün ta öte yakasından arıyor, 'Sezen hanım iki şarkı yapmışsınız almaya geliyorum' diyor, ya daha dinlemedin diyorum ama olsun olsun diyip kalkıp geliyor... O albümde de Cennet daha bir tuttu bu şarkıya göre değil mi Ozan?" Ozan Doğulu "evet" diyor ve Sezen de ekliyor, "bir de yüzüme karşı evet diyor, bu şarkıyı tutturmazsam ben de Sezen değilim..."
İzmir Yanıyor'u söylüyor sonrasında, "Gurubun rengi boyarken bi de sahili turuncuya hiç tadım yok..."
Şarkı biter bitmez Deniz Yıldızı'nın en bilindik melodilerinden biri duyuluyor, "İzmir'in Kızları..." Şarkının sonuna eklediği harmandalında dizlerini yere vura vura oynuyor ve sonra diyor ki, "ben aslında daha neler oynuyorum da Sen Ağlama'yı söyleyen kadın neler yapıyor demesinler diye göstermiyorum, yoksa ben de kauçuk gibiyim haaa..." Dilber Hala taklidiyle...
Ardından yine Deniz Yıldızı'ndan hareketli bir şarkı, Roman... Şarkı boyunca bir genç sahnede roman dansı yapıyor. Şarkı bitince Sezen ona da biraz takılıyor, "ayol kapama gömleğinin önünü, sübyansın sen daha, bakmaz sana kimse kötü gözle..." ardından ara veriyoruz.
İkinci yarıya Cemsid'den dört kişi olarak yaptığımız tatili süsleyen şarkılardan biriyle başlıyor Sezen. "Kibir bir canavar gibi bekliyor pusuda..." Şarkı değişmiş, hafif rock tınıları girmiş elektronik müziğin yanında. Hande Yener'in robotik dansını taklit ediyor. Ardından Işın Karaca'dan dinlediğimiz "Bekleyelim de Görelim" başlıyor. O şarkı da bitince Göksel'in söylediği Kurşuni Renkler... Bu şarkıyı söylemesi için ne çok baskıya maruz kaldığını anlatıp yakınıyor bir süre. "25 yıl mı oldu kaç yıl oldu, yakamı bırakmadı bu şarkı, Kurşuni Renkler, Kurşuni Renkler, alın size Kurşuni Renkler..." diye. "Madem istiyorsunuz, buyrun ağlayın..."
Şarkıya dalıyor hemen ardından, "bir sabah saçlarımı okşayıp da rüzgar..." diye. Şarkı bitince çıkacak olan albümünden bahsediyor biraz. "15 şarkı bir tarafta, 15 şarkı bir tarafta, sesimi kulağınıza sokuyorum. Daha da albüm yapmam..."
Yeni şarkıya başlamadan önce anne babasından bahsediyor birazcık. "Havaalanına gidecekler mesela, babam bir saat önceden fötr şapkasını takıp hazırlanıyor. Annem bakıp ters ters, 'ömrümü çürüttü bu adam, ömrümü..' diyor. Bir de babam da benim gibi hiç üşümez, annem ondan da şikayetçi, '50 yıldır iliğim kemiğim ısınmadı' diye yakınıyor. Babam sadece iki şarkımı bilir, biri Kalbim Ege'de Kaldı, biri Sorma, babam için söyleyeyim şu Sorma'yı..."
Ardından mini bir Sorma dinliyoruz. Aslında 2.5 dakika kadar sürüyor şarkı, ama yine de mini Sorma. Çünkü tek tur dönüyor. "Sorma ne haldeyim, sorma kederdeyim..."
Cihan Okan'ı çağırıyor "savcı bey, savcı bey..." diyerek. 2005'te gittiğim ilk konserde de hint dansı vardı, bugün de yine hint dansı yapıyorlar. Geliştirmişler ama, karı koca kavgasına dönüyor birden bu hint dansı. Cihan, hint sesleriyle çığlıklar atarak Sezen'in üzerine yürürken Sezen "hoşt" diyip saldırıyor. Cihan "şiddet var, şiddet var..." dese de Sezen'den alıyor cevabını: "Ben İzmirli'yim, deliyim, döverim..."
Sonrasında Cihan Okan 1980'i söylüyor ve Sezen, Dansöz Dünya ile sahneye dönüyor. Duygu'nun yılbaşında izleyip de "kadının yüz ifadesine bakıp ağladık..." dediği kadın burda da dans ediyor aynı şarkıda. Sonrasında Sezen'in 2005'teki şarkısı Gidemem... Oldukça az enstrümanla uzata uzata söylüyor şarkıyı.
Ardından bütün orkestrayı isimleriyle hitap ederek yanına çağırıyor ve el ele Arkadaş'ı söylemeye başlıyorlar. Şarkı bitince Sezen sahneden uzaklaşıyor. Seyircinin bis'e çağırma çabaları salon görevlilerin tepemize koyduğu müzikle boşa çıkıyor. Bugün Hürriyet Ankara Sezen'in "Firuze, Küçüğüm, Adı Bende Saklı, Geri Dön" söylediğini iddia etmiş, konseri izlemeden yazdılar haberi herhalde, hiçbirini söylemedi. Arkadaş'tan sonra bir konser daha bitiyor burada.
Sıradaki kim bilir ne zaman nerede?..

19.05.2009

bak şimdi sana neler diyorum

korkum mu, kompleksim mi yoksa alışkanlığım mısın bilmiyorum? seninle kendimi hem özel hissediyorum hem de çaresiz. benliğimde olman iyi birşey mi yoksa kötü mü henüz karar veremedim.

bir sabah,aynaya bakarken güzel hissediyorken kendimi, karşıma çıkınca sen hemen yere atıyorum aynayı. farkında olmadan sen, beni çirkinleştiriyorsun.

elimden aynayı atıp,dışarı çıkıyorum.toplu taşıma aracında sakin sakin ilerlerken,bir anda
kafama vuruyorsun ve ben, insanların ellerinde ki poşetler tenime değmesin diye sağa sola kaçışmaya başlıyorum. bilmem dikaktini çekti mi ama sen,beni paranoyaklaştırıyorsun.

araçtan inip kalabalığa çıkınca ben, sürekli güldürüyorsun. kendinle alakalı şeylerden bahsediyorsun kulağıma gülüyorum,hemde kahkahalarla gülüyorum. ağlattığında oldu biliyorsun ama bu kısmı istersen aramızda kalsın.

yalnız kaldığım anları dikkatle takip ettiğini düşünüyorum senin. sinsisin farkındayım. hep zayıf noktalarımdan vuruyorsun ve sürekli takip ediyorsun beni, ama seviyorsun zarar vermezsin bana, bundan eminim.

seninle güçlüyüm yada güçsüzüm dediğim gibi buna karar veremedim. ama adına,hatrına yazılar bile yazıyorum,gerisini sen düşün artık.

duygu

13.05.2009

Bitti mi?

Bundan onbeş yıl öncesine gidelim. Benim her şiddetli fırtına sırasında radyatörün etrafından çıkan uğultunun nedeninin fare olduğuna inandığım güne. Korkumdan pencereye yanaşamamıştım uzun bir süre. Orda fare olduğuna, evimizde benden gizli bir fare beslendiğine kendimi inandırmıştım. Ta ki pencereden gelen sesle yüzleşinceye kadar. Tüm cesaretimi toplayıp yerde gökte fareyi aramaya başladım. Soluğumu kesen o uğultuyu duyar gibi oldum. Biraz yukarıdan, radyatörün de üstünden geliyordu ses. Pencereyi açınca kar tanelerinin hızla suratıma çarpışını hissettim. Ve sesin yok olduğunu fark ettim...

İlkokul birinci sınıfta, okuldan eve dönerken servisle gelirdim. Servis şoförü, bizim evin ilerisinde oturan öğrenciler gelmediği zaman beni caddenin başında indirir; böylece o yolu sırf benim yüzümden uzatmak zorunda kalmazdı. Caddenin başında indiğim ilk gün ne yapacağımı şaşırmıştım. Büyük çınarın arkasında gizliden gizliye beni takip eden, annemin yanında bana göz kırpmaya cüret eden siyahlı adamın beni kaçırması için bundan iyi fırsat olamazdı. Başlarda kimseye yakalanmamış olmanın sevinciyle eve varsam da o gün korktuğum başıma gelmişti. Nefesimi tutmuş koşar adımlarla yürümeye başlamıştım. Gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Çarpıştığım insanlar, devirdiğim tabelalar umrumda değildi. Dondurmacının önünden geçerken duraksadığım olmuştu ama tekrar toparlanmıştım. Kaldırıma baka baka hızla yürürken beni kendime getirdi çarptığım bacaklar. Yüzümü yüzüne doğru çevirdiğimde siyahlı adam karşımda, çatık kaşlarıyla bana bakıp pis pis sırıtıyordu. Çığlık çığlığa oradan uzaklaştım. Büyüyünce, beni kaçırma hevesiyle yanıp tutuştuğunu sandığım adamın kapıcımız Aykut Amca olduğunu yıllar sonra öğrendim...

Şimdiki zamana dönelim. Toplu taşıma araçlarında dokunduğum her şeyden sonra elimi silme ihtiyacı duyuyorum sürekli. Hiç kimseye, hiçbir şeye değmek dahi istemiyorum. Kaldırımdan değil de, yoldan yürümeyi tercih ediyorum. Arkadaşlarıma mesaj atarken numaraları rehberimde kayıtlı olmasına rağmen atmadan önce tekrar tekrar bakıyorum. Her sabah ve akşam muntazaman, evimin oradan farklı otobüsler geçse de aynı numaralı otobüse biniyorum. İnsanların bana sık sık yalan söylediğini düşünüyorum. Her söylediklerine inanmıyorum. O kadar ki yalan söylediklerini düşünsem de artık rahatsız etmiyor bu beni. İmkansız isteklerimin peşine düşüyorum.

Tüm bunların nedenini bilmesem de, şimdiki zamanların aynısını ilk kez yapıyormuşçasına tekrar ediyorum...

Elif

9.05.2009

Takıntılardan Bir Demet

Gazeteleri önce ben okumak isterim hep. En büyük ve belki de en saçma takıntımdır belki. Gazetenin o hiç açılmamış ve birbirine kaynaşmış sert sayfalarını ilk çeviren ben olmak isterim hep, acayip bir şekilde babama da "emekli olduktan sonra gazete dükkanı açsana..." derim. Bundaki amacım çok belli, bütün gazeteleri alıp ben okuyacağım ilk olarak.
Bu amacıma ancak haftasonu erişebiliyorum, zira haftaiçi annem ben okuldayken okuyor elbette gazeteyi. Haftasonları da Sinan benden önce kapıyor gazeteyi bazen.
Takıntı dediğimizde aklıma ilk bu geldi, başka takıntılarım da vardır elbet. Hepimizin vardır mutlaka bir sürü takıntısı.
Birden düşününce insan aklına takıntılarını getiremiyor. Ya da acaba çok okunan kitaplar, çok dinlenen müzikler ya da çok sık gidilen yerler takıntı mıdır onu ayırt edemiyorum. Sabahları okula gitmek için erken kalktığımda örneğin, Nazan Öncel'in "bıktım, bıktım artık, sıktı, sıktı artık bıktım..." şarkısı hep dilimdedir, bu bir takıntı mıdır, alışkanlık mıdır onu bilmiyorum.
Takıntının sınırlarını belirleyemiyoruz belki, ya da takıntı olduğunu kabul etmiyoruz.
Mesela şu an aklıma gelen bir şey de kitapçıdan kitap alırken en üstte ve hatta ikinci sırada duran kitabı almam, çünkü o kitaplara birileri bakmıştır, sayfalarını açmıştır, kapağını açmıştır. Ben okunmamış kitap olsun isterim, alttan almaya çalışırım o yüzden. (Bu takıntıdır muhtemelen...)
Takıntıların -en azından yukarıdaki gibi takıntıların- insana çok büyük zararı olduğunu düşünmüyorum, hatta insanın böyle belirli takıntılarının olması güzel bile, ayırt edici özellik ne de olsa.
Şu ara da erik takıntısına sahibim, sürekli erik yemek istiyor canım, benim sevdiğim erik yok olacak Haziran ortası gibi büyük ihtimalle, o yüzden şu an tadına varmak istiyorum ve dişlerim buna izin vermiyor. Buna rağmen yemeye devam ediyorum, güzel bir takıntı ama, tavsiye ederim.
Kendi takıntılarımı anlatıp duruyorum yazı boyunca sanırım. Üzerine çok düşündüğüm bir konu olmadı takıntı çünkü, o yüzden pek bir şey gelmiyor aklıma. Şu an karşımda açık olan Disko Kralı ekranında Erol Büyükburç kendi takıntısını açıklıyor: "Sabahları traş olurken nü bir şekilde dışarı fırlarım, oynarım, uzun çiçekli şortumla ve eşim de bana mütedeyyin bir şekilde bakar..."
O aradaki mütedeyyin kelimesinden emin değilim, ama ona yakın bir şeydi sanırım.
Bu platformun ilk yazısını burada yavaş yavaş sonlandırmaya başlayalım, konseptler haftalık olacağı için takıntı hakkında söyleyecek sözüm olursa yine söylemeye devam ederim. Tak tak takıntı.

Cihan