21.01.2010

Çetin Soysal ve Polislerin Özürü

TEKEL işçilerinin eylemini duymayan kalmamıştır sanıyorum. Yandaş medyanın görmemek için elinden gelen her şeyi yapmasına rağmen, seslerini duyurmayı başardılar. AKP'yi destekleyen veya AKP'ye karşı ılımlı olan medya gündemi değiştirmek, TEKEL işçilerinin sesini bastırmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
TEKEL işçileri şu an açlık grevindeler ve dört kişi bayılarak hastaneye kaldırılmış. AKP seslerini hala duymuyor, neyse ki insanlarımız öyle değil, işçilere destek her geçen gün büyüyor, bir ankete göre şu an halkın %78'i işçileri destekliyor. Erdoğan bu eylemi "ideolojik" olarak nitelese bile, desteğin azalmasına yol açmıyor bu durum.
Yandaş medya kör kalmaya devam etsin, işçilerin yazar, gazeteci, milletvekili ziyaretçileri de eksik olmuyor. Biliyorsunuz bunlardan biri de Çetin Soysal... İşçilerle birlikte eylem yaparken biber gazına maruz kalan CHP Milletvekili. Bugün gazetede bir haber vardı, çevik kuvvet Çetin Soysal'ı özür dilemek üzere davet etmiş. Bana göre Çetin Soysal kesinlikle bu daveti kabul etmemeli.
Diyeceksiniz ki, "işte özür diliyorlar, niye kabul etmesin?" Kendisinden özür dilenmesinin sebebi milletvekili olması, eminim o da bunun farkındadır. O gün o eylemde biber gazına işçi olarak maruz kalsaydı böyle bir özür söz konusu bile olmayacaktı, nitekim olmuyor da. İşçilerden kimse özür dilemiyor, işçileri dikkate almıyor iktidar, onlar kaç gündür soğukta Ankara'da toplanıyorlar, AKP seslerini duysun diye. Çetin Soysal, mecliste İçişleri Bakanı'na limon vermişti işçiler gönderdi diyerek. İçişleri Bakanı bunu gülerek karşılamıştı, ciddiye almamıştı kısacası. İşte Çetin Soysal tam da bu yüzden özürü kabul etmemeli. O işçilerden de özür dilensin demeli, ancak o zaman bu özür yerine ulaşır demeli. Meclisin saygınlığını falan bir kenara bırakın, çoktandır yok gözümde öyle bir saygınlık, vatandaşın sıkıntılarıyla ilgilenmeyen, işçilerin feryadını duymayan mecliste saygınlık olmaz. Çetin Soysal özürü bu yüzden kabul etmesin. "Ben milletvekili olmasam benden özür dilenir miydi" diye düşünsün, evet cevabını bulamayacak, bu yüzden özürü kabul etmesin.
Polis devleti olma yolunda hızla ilerliyoruz, polis orantısız güç kullanımını artık iyice yaygınlaştırdı. Bundan sonra da devam edecek, biliyoruz, işte Çetin Soysal bu yüzden özürü kabul etmesin.
Bu özür olayının bir benzerini daha anlatmam gerekiyor. Topkapı Sarayı'nda İdil Biret Konseri gerçekleşti ve Vakit Gazetesi'nin "kutsal avluda şarap küstahlığı" başlığıyla Alperen Ocakları konseri bastı. Kusura bakmayın, daha hafif bir şey bulamıyorum, konseri bastılar. Kutsal avlunun kutsallığını kurtardılar. O olayda sağlam bir duruş sergileyemedi bana göre İlber Ortaylı... İdil Biret de daha sonra Alperenler'in özürünü kabul etti. Halbuki o gün orada bulunan birçok dinleyicisi kendisini tehdit altında hissetti, ölümle yüz yüze geldi, hafifletmeyin olayı hiç, o kapılar açılsaydı neler olacağını biliyoruz hepimiz. Sonradan okuduk ki İdil Biret'in olaydan o an haberi bile olmamış. Saklamışlar ve İdil Biret'in o özürü kabul etmesi orada bulunan dinleyicilerine haksızlıktı. Çünkü onlardan kimse özür dilemedi. İdil Biret ilk defa böyle bir olayla karşılaştı, o yüzden bir an önce kapansın gitsin istedi dediler, haklıdır da belki, ama kabul etmemeliydi bana göre.
Özür dilemek büyüklüktür denir, ama her zaman değil bence. Bu noktada bir hikaye anlatmak istiyorum, gerçek miydi, hatırlamıyorum, nereden okuduğumu da öyle. Fakat çok güzel bir hikaye bana göre.
Bir yerin kurtuluş törenleri diyelim... Yaşlı bir amca gelmiş, önde boş bulduğu sandalyeye oturmuş. Korumalar panik içinde, ne yaparız diye düşünüyorlar. En sonunda bir koruma yaklaşıp, "amcacığım, buraya milletvekilimiz gelecek, onun yeriydi burası" diyor. Amca korumanın suratına bakıp, "şu an ben millet olarak buradayım, bugün vekil kullanmıyorum" diyor.
Çetin Soysal tam da bu sebeple özürü kabul etmemeli.

6.11.2009

Rüya içinde Rüya / A dream within a dream

Sen buna giriş de, ben başka bişey...

Hiç birisi için kalkıp yüzlerce kilometre yol gittiğiniz oldu mu? Bir dost, bir sevgili, bir arkadaş, akraba ya da ne bileyim herhangi biri. Ah, işte ben. Nerden başlasam, nasıl anlatsam...

2 ay öncesine kadar, dredg'in sadece canlı performansını internetteki görüntülerden takip eden alçakgönüllü bir dredgsever iken, gecenin bir yarısı kendimi Köln'ün hiç bilmediğim sokaklarında buldum. Elimdeki adres hiçbir şey ifade etmiyor, sadece yol tarifiyle çıkarmaya çalıştığım yollarla dolu sokaklar. Uçaktan indikten sonra trenle Köln'ün merkezine gittim, oradan da kalacağım yere gitmek için tekrar trene bindim. Kayboluş hikayem de burada başlıyor aslında. Girmediğim ara sokak, bakmadığım ev kalmadı. Sonunda bir Türk buldum ve bana yaptığı tarif sonucu otobüse atladım. 4. durakta indim. Gecenin 5'i olmasına rağmen etrafta fotoğraf çekmeyi ihmal etmedim. Alabildiğine düzenli yollar. İçimde, daha önce yüzlerce gelmişim gibi bir hisle kapı numarasını arıyorum. Ve Anna, yanında kalacağım kız açıyor kapıyı. O uykulu şiş gözlerle bana bakarken ben sevinçten boynuna atlayıp sarılıyorum. dredg'i canlı izleme zevkine bir adım daha yaklaştığımı anlıyorum.


Esas kişi ve kişilikler

Almanya'ya ilgili izlenimlerimi daha detaylı anlatmak isterim, ancak beni Almanya'ya götüren o güzel gruba ve yaşattığı dakikalara dönelim. Konser alanına yine güç bela, kaybolmadan ulaşıyorum. Çok kalabalık değil henüz, saat 6. Kapı açılışı 7. Derken soundcheck'in sesi duyuluyor. Mourning This Morning'çalıyorlar, her geçen dakika daha da yakınlaştığını hissediyorum zamanın ve sakinleşmek için kiosk'lardan birinde bi bira alıp rahatlamaya çalışıyorum. Önce dredg'in arkadaşları Judgement Day çıkıyor sahneye. Çello, keman ve bateri üçlüsünden oluşan bu grup kimi zaman Apocalyptica'ya benzetilse de bence kendilerine has bir tarzı var. Sadece bir video görüntüleri var elimde konserden, şuradan izleyebilirsiniz. Sahne performansları çok sağlam, özellikle biz Türkler keman denildiğinde biraz gevşiyor muyuz ne? Onların ardından The Parlor Mob isimli bir grup çıkıyor. 3 gündür uyku nedir bilmediğimden kelli biraz dışarı çıkıp oturuyorum. Yanımda dredg'in sitesinden tanıştığım Almanlar var. Geyik, sohbet gırla gidiyor. Ben bir yandan konseri düşünüyorum, bir yandan da şöyle şeyler geçiyor zihnimden: Kim bilir onlar dredg'i kaç kere izleme fırsatına eriştiler? dredg'i ilk kez izledikleri günü hatırlıyorlar mıdır? Ah şurada yanımda benimle birlikte birkaç Türk dredg dinleyicisi de olsaydı ya! Türk var mıdır ki şimdi konser alanında? Bunları düşünürken zamanın nasıl geçtiğini anlaamadım ve hep birlike içeri girdik. Seyirciyle grubun iç içe olabileceği küçük ve samimi bir konser alanı. Sağ girişinde dredg tişörtleri ve The Pariah, The Parrot, The Delusion albümlerinin bulunduğu bir stand, onun yanında da içki satışının gerçekleştiği bir bar var. Bardan bir içki daha kapıp önlere doğru yerimizi aldık.

Ve dredg sonunda sahnede... Judgement Day ile birlikte yerlerini alıyorlar. Açılışı Pariah ile yapıyorlar. Enstrumanlarına odaklanmış hepsi, büyük bir özenle ve tutkuyla çaldıkları hemen anlaşılıyor. Ses sistemi kusursuz işliyor. Onları sahnede izlemenin verdiği mutluluk tarif edilemez. Drunk Slide'ı çalıyorlar Pariah'ın ardından, bu iki şarkıyı art arda kaydedebildim elimden geldiği kadarıyla. Ireland ve Pessimistic'ten sonra benim albümde ilk dikkatimi çekenlerden biri Light Switch ile devam ettiler. Bu şarkıyı da en başından sonuna kadar kaydedebilmeyi başardım. Bunların yanında, özellikle üstünde durmak istediğim bir nokta Dino ile ilgili. Kaç müzisyende yakaladım bu hissi bilmiyorum, ama başlı başına Dino'yu ateşli bir şekilde bateri çalarken izlemek etkileyici bir deneyimdi. Gavin'ın çok güzel, çok içten bir sesi var. Son albümdeki şarkıları baştan sona kadar çaldılar, performansları tek kelimeyle mükemmeldi, tempoyu hiç düşürmediler. Ancak söylemem gerekir ki, bu kadar ruhsuz bir seyirciyle daha önce hiçbir konserde yan yana gelmemiştim. Grubu önceleri onlarca kere izlediklerinden midir bilemiyorum; ama Türk seyircisiyle kıyasladığımda Alman seyircisi bayıktı. Ben ne zaman zıplıyoruz diye etrafa bakınırken, onlar sağa sola zoraki sallanıyordu. Haklarını yememem gerek, ruhsuz da olsalar her şarkıya baştan sona eşlik ettiler. Son albümün dışında Ode to the Sun, Bug Eyes, Same Ol' Road, Eighteen People Living in the Harmony, Triangle, Drum Take Down ve Sang Real'ı sırasıyla çaldılar. Özellikle Ode to the Sun ve Bug Eyes'da seyirci hayat belirtisi göstermeye başladı. Kayıttayken elimdeki kamerayı bırakıp eşlik ettim ben de.



Son birkaç şey...

Hiç tanımadığım bir ülkede, hiç tanımadığım insanların arasında olduğumu bana unutturdukları için,

O içten, sıcak ve huzurlu müzikleri için,

Hayatımda yaşayabileceğim en güzel deneyimi bana yaşattıkları için,

Beklediğim o güzel 7 yıl için,

Yalnızken yanımda oldukları için,

İyi ki varsın dredg...


"Kaybolmak" umrumda bile değil(di) artık.

Sonuçtan da öte

Paranıza kıyın gidin izleyin dredg'i, bu insanlar artık farklı, coşkulu bir seyirci profili görsün. Hem onlar bunu hak ediyor, hem de siz buna değdiğini görüyorsunuz...

Konserle ilgili birkaç not daha:
1.Konser başlamadan önce grupla yapılan röportaj: http://www.livedome.com/interviews.php

2.Bu konser canlı olarak netten izlenildi ve 20 euro gibi bir fiyata DVD olarak satışı gerçekleşecek.

Ayrıca, ilkbaharda grup büyük bir ihtimalle Almanya'ya tekrar gelecek. Oldu ki bu yazıyı okuyan ve gelmek için can atan dredg dinleyicisi, hemen bana ulaşarak konsere birlikte gitme durumunu birlikte konuşabiliriz; keza ben aksilik çıkmadığı sürece gitmeyi şimdiden planlıyorum.

Bu grubu Türkiye'de görmek istiyorsak bunu gruba söylemenin yanında organizasyonlara yığınla mail atın, istekte bulunun, onları çıldırtın, çileden çıkarın.
Sevgiler, saygılar

24.10.2009

Salman Rushdie'nin Şeytan Ayetleri Basılamaz mı?

Salman Rushdie'yi tanımayan yoktur herhalde. Çok normal, adı ölüm listelerinde yer aldı, ülkemizde de çok eleştirildi, yerden yere vuruldu. Ne ki, Can Yayınları ve Metis Yayınları, yazarın yeni kitaplarını basmaya devam ediyorlar. En son okuyucuyla "Floransa Büyücüsü" isimli kitabı buluştu.
Tüm bunların arasında, orjinal adıyla "The Satanic Verses" ya da bizce bilinen şekliyle "Şeytan Ayetleri" üzerinde durmak istiyorum bugün. Kitaba dair bir eleştiri değil bu okuyacağınız yazı, zira kitabı okumadım, okuyamadım. İngilizce'sinin ağır olduğu söyleniyor, aslına bakarsanız burada İngilizce basımını bile bulmak zor. Türkçe'si ise hiç olmadı, yanlış anımsamıyor ve yanlış bilmiyorsam Aziz Nesin'in bu konudaki çabaları engellenmiş. Kısacası yıllardır okumadığımız bir kitap üzerinden dönüyor bunca tartışma.
Yazarın her kitabı çıktığında, Şeytan Ayetleri'nin hatırlatılması bir gelenek haline geldi neredeyse. Kitabın konusu genel olarak Kur'an'da şeytanın da yazdığı ayetlerin olduğu tezi üzerine kurulu. İran'dan "katli vacip" fetvası çıkmıştı bu kitapla ilgili olarak Rushdie hakkında. Büyük "demokratikleşme" olaylarından, ifade özgürlüğünden falan söz ediyoruz ya, bu kitabı hala okumadan tartışıyor olmamız bizim ayıbımız bana göre ve yukarıdakilerin küçük bir anti-tezi, daha bir sürü örnek bulabilmek de mümkün üstelik...
Ülkede başka ayıp kalmadı mı diyeceksiniz, çok da haklısınız, ama madem büyük özgürlüklerin olduğu bir ülkedeyiz, bu kitabın çıkması için engel olan ne? TCK'nin, "manevi duygulara hakaret" düzenlemesini içeren maddesi mi?
Yayıncılar da hiç haksız değiller aslında, biz bir arkadaşımla bireysel olarak Can Yayınları'na bir mesaj bıraktık bu konuda, "neden hala çıkmıyor bu kitap" diye. Cevap gelmedi, beklemiyordum zaten. Zira önümüzde, çok yakın bir zamanda gündeme oturmuş bir utanç davası var. Nedim Gürsel'e, yazdığı "Allah'ın Kızları" isimli kitap yüzünden açılan bir dava bu. Her ne kadar buradan yazar ve yayıncısı ceza almamış olsa da, bundan daha ağır bir kitap olduğunu düşündüğüm Şeytan Ayetleri'ne dava açılacağı muhakkak ve ceza almayacağını kimse garanti edemez. Öte yandan konu "din" olduğunda Türkiye'nin hoşgörü karnesinin de "pekiyi" dereceleriyle dolu olduğu söylenemez. Çok uzaklaşmadan yine, yayın olarak baktığımızda, Tanrı Yanılgısı isimli bir kitap yazmış olan Richard Dawkins'in internet sitesinin kapatıldığını, başörtüsü hakkında "Sümer'de tapınak fahişeleri takardı" şeklinde bir ifadeyi kitabına taşıyan Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ'ın ise yargılandığını görüyoruz.
Kaldı ki, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın "bu kitap okunmamalı" şeklinde bir cevap vermeye cesaret edebildiği bir ülkede yaşıyoruz. Kendi görüşümüze uymayan her türlü yayını okumaktan uzağız, düşüncelerimizin bu kadar çabuk değişebileceğini mi sanıyoruz, o kadar kolay etkilenen insanlar mıyız? Okumaktan niye korkuyoruz?
Tartışmaların sağlıklı bir yoldan yürüyebilmesi için, o tartışmaya konu olan durum hakkında bir fikrimiz olması gerekmiyor mu? Allah'ın Kızları hakkında açılan davaya karşı olmak için buna gerek yok, çünkü o doğrudan düşünce özgürlüğü ile alakalı, ama kitabı eleştirmek için kitabı okumak lazım. Bizim-sizin adınıza Diyanet İşleri Başkanlığı okumamalı kitabı, siz kendiniz okumalı ve sonra eleştirmelisiniz. "Kitapta böyle böyle yazıyormuş, kafir işte, asın bu adamı..." tamamen sağlıksız bir düşüncenin ürünü olur aksi takdirde. -miş'ler, -muş'lar üzerinden değil, -di'ler, -dı'lar üzerinden tartışmak en sağlıklısı.
Dolayısıyla, kitabı her çıktığında, ya da adı her geçtiğinde Şeytan Ayetleri üzerinden Rushdie'ye saldırmak da aynı hastalıklı durumun belirtisi bence. Öncelikle kitap dilimize çevrilmeli, önyargılarımızdan kurtulup okumalıyız ve sonra tartışmalıyız. Bu prensip her seferinde uygulansa, şu anda çok daha sorunsuz bir toplum olabilirdik belki de, evet, garantisi yok, ama şu andaki şekilde de sorunlarımızdan kurtulabildiğimiz söylenemez.
Şeytan Ayetleri'nin Türkçe'ye çevrilip, basılması belki çok küçücük bir adım olur bununla ilgili, ama en azından bir adım olur. Can ya da Metis yayınları bu işi yapabilmeli, Türkiye de bu kitabı okuyarak tartışabilmeli. Okumadan tartışarak hiçbir yere varamayız çünkü.

19.10.2009

Seçmece I

" 'İnsanların büyük çoğunluğu yüzmeyi öğrenmeden yüzmek istemez.' Ne anlamlı bir söz, değil mi? Yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için yaratılmışlar, suda değil. Ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar, düşünmek için değil! Evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir böyle biri ve bir gün gelir suda boğulur."

Hermann Hesse, Bozkırkurdu

26.07.2009

Bir Ortak Noktası Var Bu Yazının...

İnsanı sadece insan olduğu için sevmek gerektiğine inanırım ben. İnsan olduğu için tokalaşırım, günaydın derim, oturur sohbet ederim. Sorgulamam nereden geldiklerini, geleneklerini, aksanlarını, renklerini, özürlerini. Ta ki körü körüne inandıkları dogmalarla yüzleşene, eyleme geçen cehaletlerini görene kadar.

Bir noktadan sonra cehalete atmaya başlıyoruz tüm suçu aslında, bu işimize geliyor. Kestirip atmanın en kolay yolu. Kafamızı kaldırıp baktığımızda cehaletin de ötesinde göz ardı ettiğimiz katliamların nasıl sonuçlandığını görmekten çok, sonuçların nedenine inmek içten bile değil. Şu anda aklıma gelenleri yazmak istiyorum, nedenlerine bir türlü inemediğimiz katliamların birkaçını.

Bir nevi “global village” diye adlandırabileceğimiz o kültürel köyün göbeğinde, ülkenizden olmayan bir yabancı öldürülüyor göz göre göre. Neden? “Cahil ülkeyiz yahu biz..” Cehaletin nedenini araştıran yok. Suçu katilden başka üstlenen yok. Dış basında şöyle yer alıyor buna benzer olaylar genelde: “Katliam...” Sosyal imkanlarının yetersizliğinden dolayı 1 TL uğruna o yabancıyı öldüren adamın geçmişini, geleceğini sosyal devlet ülkesinde sorgulamamak da bir katliamdır bana kalırsa.

Dünyanın en refah ve zengin ülkeleri sıralamasında ilk yirmide yer alan Kanada her yıl aynı dönemde av katliamına sahne oluyor, seyirci kalıyor. Hatta bunu yasal hale getirmiş. Kazanç sağlamak için böyle bir olaya gereksinimi olmamasının yanında korunmasız bir canlının hayatından söz ediyoruz. Şartların eşit olmadığı bir dünyada belden aşağı vurmak katliamdır... Sadece av döneminde toplaşıyor insanlar, protesto için. Fokların ölümlerini protesto etmek için sadece av dönemini beklemek, katliamdır...

Doğruluğuna kesinlikle inandığımız, aklın ve mantığın eşiği dediğimiz bilim var mesela. Sonsuzdur, gerçektir bilim. Gün oluyor, Türkiye’de bilimin gözbebeği Tübitak’ın çıkardığı Bilim ve Teknik Dergisi’nin Darwin’li kapağına sansür konuyor. Bilimin gerçeklerini, evrensel bilgiyi sansürlemek, katliamdır.

İnsanların şimdilerde bilgiye en kısa yoldan ulaşabildiği, en hızlı ulaşım ağı olan internete yasaklar koymak katliamdır.

Sırf prosedüre uygun olsun diye hastayı ölümüne terk etmek katliamdır.

Sivas’ta 37 masum insanı utanç verici bir şekilde öldürmek, onların öldürülmelerine göz yummak katliamdır.

Failleri meçhullaştırmak katliamdır...

İnsanın doğaya hükmetme çabası karşısında doğa tutunamıyor artık, nefes alış verişlerinin son devresine adımını atıyor. İnsan insana hükmetme içgüdüsüyle baş edemiyor, onu cezalandırıyor. Onu yaşama hakkından alıkoyuyor. Onu kör ediyor, öldürüyor. Yaşam giderek daha dar bir alan oluyor bize, paslaşabilmemiz için.

Bilmiyorum bu söyleyeceğimin ne kadar duyulacağını; ama yine de söylemek istiyorum:

Ey katliamseverler, sizi bir dakikalığına insanlığınızdan utanmaya davet ediyorum...

Elif

25.07.2009

Bir Fok, Bir Yunus, Bir Penguen, Birkaç da İnsan

"Av mevsimi düzen ve sükunet içinde tamamlandı."
Bu cümle Kanada Hükümeti tarafından Mart ayında duyurulmuş ve maalesef şaka yapmıyorlar. Foklar büyük bir düzen ve büyük bir sükunetle öldürülmüş. Bu sükunetin içine soğukkanlılık ve hatta zevk bile giriyor olabilir.
Yavru fokların derileri daha bile değerliymiş bazen, deriniz davul olsun da üzerinde patlatsınlar sopalarını. Bir yavru foku katlederken -ve tabii düzen ile sükunetle- hiçbir acı duymayan, vicdanı sızlamayan bir insan düşünemiyorum, bu yüzden insan olarak tanımlayamıyorum o iki ayaklı yaratıkları. Gerçi nesine şaşırıyorsam, katliamlar dizi dizi, katliam mı arıyoruz?
İnsan hiçbir zaman diğer canlıların yaşam alanına saygı göstermedi, uygar olduğuna inanmıyorum insanların ben. Denizleri doldurdular, suda yaşayan canlıların yaşam alanından çaldılar. Ormanları yok edip yerlerine kendilerine özel yaşam alanları oluşturdular, oradaki canlıların yaşam alanlarını çaldılar. Bir orman yangınından kaçan geyiğin acısını tahmin edebiliyorum ve bir de kaçamayan kaplumbağanın. Her şey masallardaki gibi olmuyor işte, yangın tavşan değil, kaplumbağa da masaldaki kaplumbağa değil.
Fok Badem vardı, Ege sahillerini dolaşıyordu. Yaralanmıştı, bir insan ona bakmıştı sanırım, iyileştirmiş, sonra denize salmıştı, ama gitmemişti Badem. Tüm insanları iyi bellemişti, ne kadar yanılmıştı halbuki. Yazık, fesat karıştırmıyor işin içine hiç. Gördüğü insanlarla oynamaya çalışmıştı, bildiği oyunların hepsi su altında olduğundan gördüğü insanı su altına çekmeye çalışıyordu, bir adam bağırıp çağırmıştı parmağını sallaya sallaya... (Parmak sallaya sallaya tehditler savurabilirsiniz.) "Ben öldürürüm Badem'i, kimse de bir şey diyemez!"
Kanunlar Badem'i korumuyordu, haklı. Kanunlar o adamı koruyor, Badem'i de o kanunlar tarafından korunanlar korur belki deseniz bile düzen öyle işlemiyor.
Bir yunus vurmuştu plaja, delik deşik edilmiş, parçalanmış, ağlara takılıyormuş çünkü, ağlarını yırtıyormuş. Bu yüzden öldürülmeyi hak ediyorlar. Bir yüzlerine baksalar, vazgeçmezler mi acaba o yunusları öldürmekten? Yunusun o usul usul gülümseyen yüzüne baksalar...
Eve gittiklerinde, aynaya baktıklarında ne görüyorlar çok merak ediyorum. Vicdan azabı çekmiyorlar mı acaba? Zevk için canlı öldürmek ne tür bir faaliyet?
Üzerinizde duracak bir deri için fok öldürmek ne tür? Elbiseler üzerinizde paralansın desem çok mu acımasız davranırım, sanmıyorum.
Zülfü Livaneli'nin "Son Ada" isimli romanında ibretlik bir cümle vardı: "Kumsallar insanoğluna açılmalı, bu martılar acilen yok edilmeli..."
Martıları yok etmeye çalıştılar sonra, olmadı, başka başka dertler geldi başlarına ve martıları kızdırdılar. Martılar yok etti onları, martılar kazandı.
Geçtiğimiz aylarda bir haber vardı gazetede, "Fok balığı penguene tecavüze yeltendi, bu bir memelinin, başka bir tür memeliye ilk saldırısı olarak belirlendi..."
Tepeden tırnağa yanlış. İnsanın eşeğe, tavuğa ve hatta atlara bile bu tür girişimleri oldu ve daha vahimi insan bunu yaparken ne yaptığının farkında...
Son olarak bu kez gerçekten sonuçlarının sanıyorum ki farkında olmadığımızdan(ya da olmadığımıza inanmak istiyorum), suyu tüketiyoruz, bununla ilgili eski bir kızılderili hikayesi şöyleymiş;
"Su alçaldığında karıncalar gidip balıkları yerler, fakat o esnada sular yükseldiğinde balıklar karıncaları yer, yani kimin kimi yiyeceğine su karar verir."
İnsanın da kimi katledebileceğine sular karar verecek ve bir gün su bittiğinde, birileri insanı yiyecek belki de.
Tabii tüm bunları bir tarafa bırakmaya içim el vermez, o yüzden aklımın bir köşesinde saklı tutarak insanın insana yaptığı katliamları da hatırlatmak istiyorum.
Böyle bir katliamla, insanlıktan çıkmış bir kalabalığın kaldıkları oteli ateşe vermesi sonucu yanan, yanarak ölen Metin Altıok'un bir dizesini yazıp bitiriyorum yazıyı...
"Acı düştü peşime..."

Cihan

12.07.2009

25 haziran..

konser öncesi karşılaştık tanıştık ve öpüştük.
konser sırasında bakıştık şarkı söyledik.
konser sonrası o öldü,ben yaşıyorum.
ve böylece 4 yıl daha geçti.